Warning: Use of undefined constant wp_cumulus_widget - assumed 'wp_cumulus_widget' (this will throw an Error in a future version of PHP) in /home/hellwor/public_html/gamez/wp-content/plugins/wp-cumulus/wp-cumulus.php on line 375
Temmuz « 2008 « Gamez

Temmuz, 2008 için arşivler

Project Gotham Racing 4

Project Gotham Racing 4Project Gotham Racing serisini Xbox’ı olan olmayan birçoğumuz bilir. Özellikle büyük bir araba yarışı sever iseniz bilmemeniz çok zor. En son PGR 3 ile bizi zevkin ve görsel şölenin zirvesine çıkartan Microsoft ve Bizarre Creations, geçen hafta piyasaya sürdükleri çok beklenen PGR 4 ile zirveye bir kaç basamak daha ekliyor.

Uzun zamandır takip ettiğim PGR 4′ün beni en çok heyecanlandıran tarafı biraz daha geliştirilmiş grafiklerin ve bir iki yeni arabanın dışında gerçekçi hava şartları idi. Açıkçası oyunu ilk aldığımda direk yaptığım şey custom bir yarış yaratıp hemen o ıslak asfalta her zaman favorim olan beyaz bir Lamborghini Gallardo ile atlamak oldu. İlk kez, yağmurlu havada yolda olmaktan bu kadar zevk aldım diyebilirim. Neredeyse hiç bir detay atlanmamış. En sevdiğim sürüş pozisyonu kokpit olduğundan hemen ona geçtim. Cama vuran yağmur damlaları ve sileceklerin yarattığı izler mükemmel. Hele hızlandıkça arkaya doğru kaçan ve ışığa göre yansıma yapan damlalar daha da mükemmel. Islak olunca farları ve diğer şeyleri yansıtan asfalt ise oyuna çok iyi bir derecede aktarılmış. Neredeyse kusursuz diyebilirim.

Yağmurdan başka, özel yarış ayarlarken bir çok sayıda hava şartı kombinasyonu seçebiliyoruz. Parçalı bulutlu, parçalı bulutlu ve yağmurlu, fırtına, sadece ıslak zemin ve kapalı hava, kar, buz, hafif ve güçlü kar yağışı ve bunların günün herhangi bir zamanındaki seçmek elimizde. Kardan bahsetmek gerekirse, yağmur kadar süper heyecanlandırmasa da yinede oyuna yeni grafik teknolojileri kullanılarak çok güzel aktarılmış. HDR ışık efekti (high dynamic range) ile hava açık iken yoldaki karların güneşten dolayı yansıması ve gözümüzü alması gayet güzel bir hava katmış diyebilirim. Karlı havada oynarken eğer oynadığımız bölümde mümkün ise yol gerçekten bayağı bir karla kaplı oluyor. Bu gerek sürüşe gerekte seslere kadar yansıyor. Çoğumuz karlı havada giden bir arabanın lastiklerinden gelen sesleri biliriz. Sesler gayet gerçekçi.

Oyunun oynanışında bir kaç yenilikten başka bir şey yok dersek yanlış olmaz. Yeni ama aynı temalı pistler New York, Londra, Quebec, St. Petersburg gibi ünlü şehirleri içeriyor. Shangai�ı özellikle şehir ışıklarıyla çok güzel detaylandırmışlar. Eski PGR 3�e nazaran bu sefer kariyer modunda karşımızda bir takvim var. O gün hangi yarış varsa onları yapabiliyor, bitirince diğer güne geçiyoruz. Menüdeki görsellikten başka fazla bir yenilik getirmediği kesin.

Project Gotham Racing 4

Project Gotham Racing serisini Xbox’ı olan olmayan birçoğumuz bilir. Özellikle büyük bir araba yarışı sever iseniz bilmemeniz çok zor. En son PGR 3 ile bizi zevkin ve görsel şölenin zirvesine çıkartan Microsoft ve Bizarre Creations, geçen hafta piyasaya sürdükleri çok beklenen PGR 4 ile zirveye bir kaç basamak daha ekliyor.

Uzun zamandır takip ettiğim PGR 4′ün beni en çok heyecanlandıran tarafı biraz daha geliştirilmiş grafiklerin ve bir iki yeni arabanın dışında gerçekçi hava şartları idi. Açıkçası oyunu ilk aldığımda direk yaptığım şey custom bir yarış yaratıp hemen o ıslak asfalta her zaman favorim olan beyaz bir Lamborghini Gallardo ile atlamak oldu. İlk kez, yağmurlu havada yolda olmaktan bu kadar zevk aldım diyebilirim. Neredeyse hiç bir detay atlanmamış. En sevdiğim sürüş pozisyonu kokpit olduğundan hemen ona geçtim. Cama vuran yağmur damlaları ve sileceklerin yarattığı izler mükemmel. Hele hızlandıkça arkaya doğru kaçan ve ışığa göre yansıma yapan damlalar daha da mükemmel. Islak olunca farları ve diğer şeyleri yansıtan asfalt ise oyuna çok iyi bir derecede aktarılmış. Neredeyse kusursuz diyebilirim.

Yağmurdan başka, özel yarış ayarlarken bir çok sayıda hava şartı kombinasyonu seçebiliyoruz. Parçalı bulutlu, parçalı bulutlu ve yağmurlu, fırtına, sadece ıslak zemin ve kapalı hava, kar, buz, hafif ve güçlü kar yağışı ve bunların günün herhangi bir zamanındaki seçmek elimizde. Kardan bahsetmek gerekirse, yağmur kadar süper heyecanlandırmasa da yinede oyuna yeni grafik teknolojileri kullanılarak çok güzel aktarılmış. HDR ışık efekti (high dynamic range) ile hava açık iken yoldaki karların güneşten dolayı yansıması ve gözümüzü alması gayet güzel bir hava katmış diyebilirim. Karlı havada oynarken eğer oynadığımız bölümde mümkün ise yol gerçekten bayağı bir karla kaplı oluyor. Bu gerek sürüşe gerekte seslere kadar yansıyor. Çoğumuz karlı havada giden bir arabanın lastiklerinden gelen sesleri biliriz. Sesler gayet gerçekçi.

Oyunun oynanışında bir kaç yenilikten başka bir şey yok dersek yanlış olmaz. Yeni ama aynı temalı pistler New York, Londra, Quebec, St. Petersburg gibi ünlü şehirleri içeriyor. Shangai’ı özellikle şehir ışıklarıyla çok güzel detaylandırmışlar. Eski PGR 3′e nazaran bu sefer kariyer modunda karşımızda bir takvim var. O gün hangi yarış varsa onları yapabiliyor, bitirince diğer güne geçiyoruz. Menüdeki görsellikten başka fazla bir yenilik getirmediği kesin.

Oyunda bildiğiniz gibi para yerine Kudos dediğimiz PGR parasını yarış boyunca karizmatik hareketler yaparak veya ilk sıralarda bitirerek kazanıyoruz. Ne kadar çok drift, o kadar çok Kudos kavramı, rahat yarışlarda hep kafamızın bir kenarında olmalı. Oyundaki zorluğu ne kadar yükseltirsek, Kudos kazanmak ve ilk sıralarda yarışları bitirmek zorlaşıyor. Fakat gözüme çarpan şey kolay mod ile normal mod arasında dağlar kadar fark olması. Kolay mod neredeyse hile yapmak kadar kolay kudos kazandırıyor. Normal modda ise yarışı birinci bitirmek bazen gerçekten zorluyor.

PGR 3′te garajımıza olan bağlılığımız bu sefer biraz azalmış. Mesela her oyun öncesi garajımıza geçip araba seçmiyoruz. Artık yarıştan önce bize ufak bir araç listesi veriliyor ve bizde istediğimizi seçiyoruz. Listede bulunan gruba göre bazı lüks araçlar kilitli. Onları ise sahip olduğumuz kudoslarla açabiliyoruz. Eskisi gibi araçları alıp garajımıza koymak yerine, artık garajımızda olan arabalar harici yine listeden seçtiğimiz arabalarla da yarışa katılabiliyoruz. Dolayısıyla garaja o kadar da bağımlı değiliz.

Oyunumuz Test Drive: Unlimited’ın öncülüğünü yaptığı araba harici artık motorsikletlerinde olduğu yarış modasını devam ettiriyor. Gerçekçi hava şartlarından sonra PGR 4′ün en çok beklenen listesine oturması da motorsikletlerle arabalarin aynı anda yarışabilmesi. Yani ister püfür püfür motorla yarışabiliyor, ister üşüten kış şartlarında arabada gidebiliyoruz. Motorları kullanmak arabadan hafif daha farklı olsa da zor değil. Virajlarda gerçekten fazla yavaşlamak gerekiyor, onun dışında gayet kolay. Hatta motorlar arabalardan çok daha avantajlı diyebilirim. Kudos kazanmak motor üstündeyken ayağa kalkkaya kadar ulaşan artistik hareketlerle daha da kolay. Ayrıca motorların çok iyi hızlanmaları araba karşısında onlara büyük bir artı veriyor. Oyunun burada çok hafif bir dengesizliği var desek yalan olmaz. İyi motor kullanan biri, oyundaki bütün arabalara karşı büyük avantajlı oluyor. Xbox Live’da gördüğüm üzere oynanan oyunlar genelde ya sadece motor içeriyor, ya da araba.

Motorlarda içten görünüşte oynarken atmosfer gayet güzel yansıtılmış. Etraf çok iyi hızlandığımızdan dolayı iyicene bulanıklaşıyor, düştüğümüzde de bayağı güzel takla atarak başımız dönüyor. Arabaların iç detaylarına gösterildiği kadar motorların da konsollarına bayağı özen gösterilmiş. Bütün modellemeler oldukça gerçeğine yakın.

Grafiklere değinmek gerekirse, oyun PGR 3′ün biraz modlanmış hali diyebilirim. Yine aynı grafik motoru kullanılıyor fakat oyuna eklenen bir iki güzel grafiksel artılar var. Mesela artık dıştan görünüşte oynarken iyice hızlanırsak ekran titremeye başlıyor. İkinci gözüme çarpan şey ise pistlerin ve içinde bulunduğumuz şehrin detayları. Etraf oldukça dolu. Dikkat ettiğimiz her yerde ufak bir detay bulabilmek mümkün. Üçüncü olarak yol kaplamaları biraz daha iyi hale getirilmiş. Gözüme çarpan diğer şey ise artık kötü havalara maruz kalıp birde çamura girdiğimizde arabamızın biraz kirlenmesi. Fakat buna hava şartlarına gösterildiği kadar ilgi gösterilmemiş. Pist dışına bir kaç kere çıktığımızda arabanın tavanı dahil saçma sapan bir çamurla kaplanıyor. Tamam yağmur yağınca ıslanır ama pistten her çıkışımızda da arabanın her yanı birden kirlenecek diye bir şart yok. Yine görsel olarak, çarptığımızda arabamızın aldığı hasar sadece makyaj yönünden. Yani kullanışa herhangi bir etki etmiyor. Görselliğe de çok fazla etki etmediğini söylemeliyim. Yine PGR 3′teki gibi aynalar kopup, bir iki çizik ile çökük oluşuyor o kadar. Bu kadar grafiği ve detayı oyun bize aktarırken paşalar gibi hiç takılmadan, gayette güzel hızlarda çalışıyor. Yapımcılar yeni detayları katarken tüm grafikleri optimize etmeyi ihmal etmemişler. Oyun her zamanki PGR performansında çalışıyor. Bu da demek oluyor ki Xbox 360′ın gücünü gerçek gücünü daha yeni görüyoruz.

Oyun yine klasik arcade özelliğini koruyor. Araba ve motorları kullanmak simulasyon oyunlarına göre gayet kolay. Need For Speed kadar arcade olmasa da oyunu yarışla uzaktan yakından ilgisi olan herkes oynayabilir. Açıkçası oyunda anti patinaj devresini kapatabilme olanağı olsaydı simülasyonculara biraz daha hitap edebilirdi diye düşünüyorum. Çünkü bu kadar süper görselliğe sahip bir oyunun herkesin ihtiyacını giderebilmesi bu tür bir iki ince ayarla gayet kolay sağlanabilir.

Oynanış süresi kariyer modunda gayet tatmin edici. Normal zorlukta yaklaşık 15 saat sürerken yüksek zorlukta ise çekişme gayet fazla olduğundan 20 25 saate kadar rahat çıkıyor. Eğer Xbox Live�ınız yoksa oyun sizi kendine yinede çok uzun bir sure hapsediyor. Oyunu aynı zamanda 2 kişiye kadar aynı Xbox üzerinden, 8 kişiye kadarda Live üzerinden oynayabiliyoruz.

Oyundaki yeni araçlara değinecek olursak, eski Ferrari modelleri, yeni Audi RS4, roketle eşdeğer hızlanan Ducati 999R motor, Lamborghini LP640, yeni Ferrari 599 GTB Fiorano, ve PGR 3′te Xbox Live Pointlerle aldığımız bazı arabalar hazır olarak yer alıyor. Oyunda tümüyle yeni olan motorlar içinde birçok Ducati, Honda, Suzuki, BMW ve hatta Harley Davidson’un spor modelleri de bulunuyor.

Arabalara herhangi bir modifiye yapamadığımız PGR 4′te artık onlara çeşitli boyama çalışmaları yapabiliyoruz. Yarışlardan önce arabamızın rengini seçerken girebildiğimiz bir bölümde kendimize güzel görünen bir deseni seçip onun şeklini istediğimiz gibi ayarlayıp renklendirebiliyoruz. Oyunun modifiye eksikliğini yadırgamamak gerek. Bize bu kadar güzel grafikler ve pistler sunan bir yapım için bence gayet adil.

Gözüme çarpan bir eskiye gelince; bazı arabalarda içten görünüş oynarken koltuğumuz çok aşağıda kalıyor ve yolu görmek imkânsız hale geliyor. Tamam anlıyorum direksiyonu ve geri kalan kokpiti çok güzel modellemişsin ama yarışmak için yolu da görmek lazım değil mi? Özellikle en çok beklediğim Ferrari Fiorano�da bu tür bir eksi ile karşılaşmak beni bayağı üzdü doğrusu.

Müzikler ve sesler her zamanki gibi doyurucu. Yol boyunca müzik türünü ve şarkıyı ayrıca değiştirebildiğimiz D-pad ile kendimize uygun gazlayıcı bir şarkı bulabilmek oldukça olası. Jazzdan metale, teknodan popa gayet geniş bir yelpazeye sahibiz. Müziklerin çoğu yeni albümlerden gelmekte. Eger yarış boyunca istediğimiz türde şarkıyı bulmakta zorlanıyorsak, başlamadan önce Options’a bir uğrayıp istediğimiz müzik türlerini hatta parçalarına kadar kapatabiliyoruz. Yani oyunda istediğimiz şarkılara hemen ulaşmak ve diğerlerinden kurtulmak mümkün.

PGR 4 grafik çıtasını biraz daha yükselte dursun, bize yine o hız ve çekişme heyecanını vermeye devam ediyor. Yeni eklenen hava şartları ve motorlar ile oyuna çok güzel tatlar katılan oyun eğer bir yarış hastasıysanız, kesinlikle arşivinizde bulunması gerekiyor. Oyun güncel Xbox 360 wireless direksiyonunu da desteklemekte. Bence fırsatınız varsa, hemen ağzınızla turbo sesi çıkartarak oyun satan bir yerin yolunu tutun derim.

Kung fu Panda

kung fu panda

Kung Fu yapabilen bir panda. Hatta bir çekirge, bir yılan. Dreamworks’ün usta savaşçı koca göbekli Po’nun hikayesini konu aldığı animasyon filmi 4 Temmuz’da ülkemizde de vizyona girdi. Haliyle böylesine eğlenceli bir hikayenin oyunculara sunulması da kaçınılmazdı. Tam bu noktada “Bir film ve film uyarlaması bir oyun” kalıbını kullanmam gerekiyor. Ardından istem dışı olarak tecrübülerimiz tüylerimizi diken diken yapacak. Fakat böylesi sıcaklarda kendimizi germenin, “Hayır!” diye haykırmanın manası yok. Güneş var gücüyle bizleri kavururken 6 saatlik bir serinliğe, kimse hayır demeyecektir. Kung Fu yapabilen bir panda… Daha ne olsun!

I LOVE KUNG-FUUUUUUU !!

Dragon Warrior olma hayaliyle yanıp tutuşan ancak daha merdivenleri bile çıkmakta zorlanan sevimli mi sevimli panda Po’nun eğlenceli hikayesini anlatıyor bizlere Kung Fu Panda. Tai Lung’a karşı verilecek mücadelede göbeğine aldırmadan kahramanlığa soyunan Po’nun hikayesi bazen sizi gülme krizlerine sokabilecek kadar başarılı. Film ile çoğu kez paralel ilerleyen sahnelere oyun için özel bazı bölümler de eklenmiş. Van Damme edası ile süzülen bir panda, usta öğretici Master Shifu, bir leylek, bir kaplan ve daha fazlası… Hepsi birer Kung Fu ustası.

Yaklaşık 6 saat süren bu maceranın yarısı Po’nun eğitimiyle geçip gidiyor. Tai Lung’un müttefikleri minicik domuzlara karşı kimi zaman kombo yapmanın dayanılmaz ferahlığını yaşarken, kimi zaman diğer karakterleri kullanarak farklı şekillerde mücadele etmeye çalışıyoruz. Oyunun hemen başlarında Master Crane (Leylek) ile gökyüzünde verilen savaş buna sadece bir örnek. Oyunun yapımcısı Beenox filmdeki diğer karakterleri de bizim emrimize sunarak oyunun tekdüze ilerlemesine engel olmuş. Tomb Raider’dan aşina olduğumuz ara filmlerde bazı tuşlara basarak paçayı kurtarma olayları bu çılgın eğlenceye güzel bir tat katmış. Fazla teferruata girmeden şunu söylemek en doğrusu: Kung Fu Panda bizlere yaklaşık 6 saatlik bir eğlence sunuyor. Ne daha fazlası ne daha azı. Ve oyun mümkün olabilecek en iyi seviyede. Ne tekdüzelikten bahsedebiliriz ne de sıkıcı olduğundan. Po fazlasıyla eğlendirmeyi başarıyor.

kung fu panda

Ummm… Şey. Ben. Nasıl desem. Evet. O benim.

Birçok platformda birden tekme sallayan Po’nun kontrolleri haliyle bilgisayarlarımızda biraz daha zor. Default olarak gelen kontrol ayarları sol elimizi WASD klasiğine, sağ elimizi ise sayı tuşlarına mahkum ediyor. Başlarda kontrollere alışmak zor olsa da oyunun basitliği bunu bertaraf etmiş. Ama ne kadar ustalaşırsak ustalaşalım klavye ile komboları yapmak fevkalede zor. Bu yüzden oyunu bir gamepad ile oynamak en mantıklısı. Yine de başlardaki sıkıntıları atlattıktan sonra klavye ile ustaca işler çıkarabilirsiniz. Gerçi kombo yapmak zorunda değilsiniz, oyun fazlasıyla basit.

Dracula Origin

dracula origin

1897′de Bram Stoker’ın dünya klasikleri arasında yerini alabilmiş ünlü eserinin yapmış olduğu sansasyon sayesinde edebiyat dünyasının korku imajı da baştan şekillenmiş oldu o zamanlarda. Yazarın gerçek hayattan esinlenmiş olduğu Dracula karakterinin ardından bir daha hiçbir korku eseri eskisi gibi olmadı. Yıllar yılı beyaz perde de görmeye aşina olduğumuz korku filmleri sayesinde “Dracula” karakteri hiçbir zaman akıllardan silinmeyecek bir korku ikonu olmayı başardı zihinlerimizde.

Bence Francis Ford Coppola’nın 1992 yılında çekmiş olduğu başyapıtına kadar hiçbir korku değeri taşımayan hikaye, filmi izledikten sonra çocukluk yıllarımın kabusu olmayı başarmıştır. “Bilinç altına yerleşmek” mevzusunu bende sonuna kadar kullanan Gary Oldman’ın canlandırdığı Dracula tasviri, halen daha ne zaman kabus görsem peşimi bırakmaz. İzlemeye doyamadığım bu müthiş filmi sinema dünyasına kazandırdığı için Francis dedenin ellerinden öpüyorum.

Daha sonraları çizgi filmlere de konu olabilecek kadar benimsenen ve ticari bir simge haline gelen bu klişe ismin bunca yıl sonra varmış olduğu nokta gerçekten çok şaşırtıcı. Oyun dünyasında da hemen her platformda örneklerine karşılaşabileceğimiz Dracula oyunlarının herhalde en tanınmış olanları 1999 ve 2001 yıllarında PC, PS için piyasaya sürülen Dracula: Resurrection ve Dracula: The Last Sanctuary oyunlarıdır. Origin’le pek bir alakaları olmamasına rağmen adventure severlerin gönüllerinde ayrı bir yer edinmeyi başarabilmiştir bu iki oyun. -Not: Ağustos ayında o seriye de bir üçüncü kardeş geliyor- O yıllarda içimden “keşke klasik ikon adventure olsaydı bu 2 dracula” diye geçirmiştim. Seriden farklı olmasına rağmen Dracula: Origin tam hayalini kurduğum bir adventure olarak karşıma çıktı. Eski ihtişamını kaybetmişte olsa halen daha kaliteli ikon adventure oyunlarının ekranlarımıza konuk olduğunu görmek gerçekten çok

dracula origin

“Ben asla şarap içmem…”

Alıştığımız adventure oyunlarının sevilen bütün özelliklerini Origin’de görmek mümkün. Oyuna başladığımız ilk dakikalarda eğer bu türe aşinaysanız hiç problem yaşamadan ilerleyebilirsiniz. Mouse sayesinde hem karakterimizi yönlendiriyor, hem de etraftan topladığımız eşyalara erişebiliyoruz. Yapımcılar kolaylık olsun diye etkileşime girilen objelerin hepsini tekbir tuşa görebilmemizi sağlamışlar. Bunun sayesinde oyuna çok daha hızlı bir şekilde adapte olabiliyorsunuz.

Her bölümle etraftaki nesneleri toplayıp diğer karakterlerle konuşmak dışında birçok mini bulmacayla karşılaşacaksınız. Genelde çözüme üzerlerindeki ipuçlarından ulaşabiliyoruz ama envanterimizdeki kayıtlara da başvurmamız gerekebiliyor. O yüzden topladığımız kupürleri ve mektupları çok iyi okumanızı tavsiye ederim. Özellikle üzerlerindeki isimleri, tarihleri ve mekan adlarını kenara not etmeniz yarar sağlayacaktır. Bunun dışında her şey normal adventure oyunlarında olduğu gibi ilerliyor. Deneyimli bir oyuncuysanız birkaç yer dışında zorlanmadan credits ekranını görebileceğinizi söyleyebilirim.

Mass Effect

mass effect

Aslına bakarsanız BioWare’in geçmişini ve oyunlarını anlatan uzun bir paragraf ile girmeyi planlıyordum. Bir BioWare oyunu olmanın niteliklerinden, içerdikleri kendilerine has özelliklerinden bahsetmeyi düşünüyordum. Ama bu içimdeki tatminsizlik, beklentilerin (yüksek beklentilerin) karşılanmaması, birkaç saat önce bitirdiğim oyunun gerçekten söyledikleri kadar iyi olmayışı benim o tarihsel mizahı yapmamı engelledi. Sahip olduğum bu burukluk ise firmaya ve oyunlarına karşı olan saygım ve sevgimden kaynaklı. O yüzden bu yazı daha çok ‘dostun dostu eleştirmesi’ gibi algılanmalı.

Bildiğiniz gibi Mass Effect’in ilk ziyareti 2007 yılında, 360 platformunda gerçekleşti. Aradan geçen yaklaşık bir senenin ardından Demiurge Studios tarafından PC’ye port edildi. Öncelikle yapımın bu yönüne bakmakta fayda var. Bir port olarak Mass Effect, sözde ‘özel PC’ oyunlarından çok daha başarılı. Teknik açıdan günümüzün yaygın seçimlerinden biri olan Unreal 3 grafik motorunu kullanan BioWare, neredeyse teknolojinin sahibi (Epic Games) kadar etkileyici bir iş çıkarmış. Ama bu etkiler karakter grafiklerinden çevreye geçtiğinde biraz tökezlemeye başlıyor. BioWare oyunlarının en önemli özelliği karakterler arası iletişimlerdir. Bu nedenle etkileşimde olduğumuz tüm isimler poligon sayısı yönünden son derece tatminkar. KOTOR’un (bence) en büyük eksikliklerinden birisi olan ‘fiziksel iletişim’ de başarılı animatörler yardımıyla kotarılmış. Artık karakterler el sıkışıyor, sarılıyor ve yeri geldiğinde sevişebiliyorlar bile. 20 saat boyunca uzaktan öpücük atmayı bıraktırdığı için BioWare’e teşekkür etmek lazım. Tüm bunların yanında, yukarıda da bahsettiğim gibi çevre grafikleri ortalamayı fazla geçemiyor. Yazının ilerleyen kısımlarında bahsedeceğim ‘dejavu seansları’ yüzünden yaratıcılık çok arka planda kalmış.

Yapımın PC’ye gelmesi, hayliyle kontrol sistemini de etkiliyor. Demiurge Studios, 360 kullanıcılarını kıskandıracak çok başarılı ve efektif bir kumanda sistemi sunuyor bize. Mouse kullanımı sayesinde,bir aksiyon-rol yapma oyunu olan Mass Effect’de hem çok daha başarılı nişan alabiliyor, hem de bize sunulan kullanıcı ara yüzünü sağlıklı bir şekilde kullanabiliyoruz. PC’in klavye nimetlerinden yararlanılması için de 1-9 arası numaralara iliştirebileceğimiz kısa yollar da eklenmiş. Bu sayede aksiyona ara vermeden hamleler yapmak mümkün. Teknik konunun ses tarafı da Mass Effect’i ayakta tutan en büyük etkenlerden. Filmleri aratmayacak onlarca farklı seslendirme, Jack Wall ve Sam Hulick’in elinden çıkmış sürükleyici müzikleri ile BioWare’in her yeni yapımda daha da profesyonel olduğunun açık bir göstergesi.

mass effect

Işık hızı, gerek şu an gerekse geleceğimiz için bir hayal. Zaman kavramının yokolma kesinliği nedeniyle böyle bir teknolojinin gelişmesi de ancak oyunlarda ya da filmlerde çıkıyor karşımıza. Hikaye yönünden Mass Effect’de bu kategoriye giriyor. Tabii ki tüm hikayeyi ‘ışık hızının keşfi’ diye tanımlamak çok büyük haksızlık olur. BioWare, belki de günümüze kadar yapılmış en yaratıcı ve etkileyici bilimkurgu dünyalarından birini yaratmış. Aslında geçtiği yer olarak hepimizin en azından bir kez duyduğu bir yer; Samanyolu, ya da bir diğer deyişle Milky Way (Hera’nın Herkul’u emzirmesi sırasında tüm gökyüzünün süte bulanması ve ardından ona verilen ad). Şu anda elimizdeki teknoloji ile evrenin %1′inden çok daha azını keşfedebildik. Mass Effect’in geçtiği 2183 yılında da yalnızca %1′i keşfedilmiş durumda. Bu %1′lik alanın ziyaret edilmesi de, insan ırkının 2156 yılında, çok gelişmiş bir yaratık ırkının eseri olan ve Mass Relay olarak adlandırılan bir sistemin bulunması ile gerçekleşiyor. Bu sistem, uzay gemilerine Faster Than Light’a (Işık hızından daha hızlı) ulaşma imkanı sunuyor. Bu sayede birbirinden farklı ırkların, onların gezegenlerinin ve kültürlerinin keşfedilmesine ve zaman içerisinde ortak yaşamın başlanmasına olanak sağlıyor. Bu ortak yaşamın ilerleyişi sırasında, düzenin ve adaletin sağlanması için de, yine gelişmiş yaratık ırkının bir eseri olan Citadel’de her bir ırkın(insanlar hariç) bir temsilcisinin bulunduğu özel bir konsül oluşturuluyor. İnsan ırkının tatmin olmayan, zayıf ve basit olarak gösterildiği böyle bir evrende, bazı şeylerin değişmesinin zamanının artık geldiğine inanan, kimse farkında olmasa da tüm ırkların belki de tek çaresi olacak bir karakteri canlandırıyoruz, Commander Shepard. Entrika ve sürprizlerle dolu olan hikayesinden daha fazla bahsetmek istemiyorum çünkü spoiler olacak bir hayli çok malzeme mevcut. Eğer içinde bulunduğunuz evren hakkında daha ayrıntılı bilgi istiyorsanız Mass Effect Wiki’yi ziyaret edebilirsiniz.

Sega Rally

sega rallySEGA konsol işini bırakıp ağırlığını oyun işine vermesinden bu yana çok güzel işlere imza atıyor. Oyun çeşitliliği konusunda bir hayli geniş bir yelpazeye sahip firmanın oyunları herkese hitap etmese de oynayanların ortak fikri eğlenceye yönelik ve hedefini hakkıyla yerine getiren oyunlar olduğu yönünde. İşte öyle bir amaçla gelen simülasyon ruhuyla sizi boğmayan ve öyle bir iddiası da olmayan Arcade tarzında oynanışı ile Sega Rally’ye bir göz atalım.

Sega Rally oyunlarını daha önceden oynayanlarınız var mıdır bilmem ama o zamanlar Ralli oyunları arasında sağlam bir yeri vardı. Öyle ki Colin Mcrae Rally gelmeden önce Sega Rally Championship vardı diyebilirim. Sega Saturn’u olan oyuncular eminim çok iyi hatırlayacaklardır. Sega Rally Revo ise uzun bir aradan sonra oyuncular ile buluştu. Oyun ile ilgili çıkmadan hemen hemen tüm videoları izlemişimdir. Merakla da beklediğimi söyleyebilirim.

Oyunu 30′un üzerinde lisanslı 4WD ve 2WD Ralli aracı ile oynayabiliyorsunuz. Kesinlikle araç tasarımları çok kaliteli olmuş ve her halinden bir hayli emek harcandığı anlaşılıyor. Eğer oyunu her üç platformda da oynayanınız oldu ise oyunun grafiklerinin neredeyse aynı olduğunu anlayabilirler. Son zamanlarda platformlar arası grafik farkına alışmış olsak da Sega Rally Revo için bu güzel bir artı. Başta belirttiğim gibi Sega Rally Revo bir simülasyon değil. Beklentilerinizi ona göre ayarlamanız da fayda var. Oyun Arcade yapısı ile daha fazla dikkat çekiyor. Yani diğer Ralli oyunlarından gerek grafik, gerek oynanış ve atmosfer olarak tamamen farklı. Bu farkının da hakkını kesinlikle veriyor.

Sağa mı sola mı?

Eğer gamepad’iniz yada direksiyon setiniz var ise oyundan çok daha fazla zevk alacağınızı belirteyim. Yani bu oyun klavye ile zevk alacağınız bir oyun değil. Zaten oyunun kontrollerinden yakınan oyuncular genelde klavye ile oyunu oynamaya çalışan oyuncular. Gamepad yada direksiyon setinizle Birkaç kez oynamanız oyunun kontrollerine hakim olmanız için fazlası ile yeterli. Zaten çok fazla ralli ve yarış oyunu oynayan oyuncular fazla zorlanmayacaktır.

Yok canım düpedüz çamur bu..

Sega Rally Revo’da pistler Tropical, Canyon, Alpine, Safari, Arctic diye kategorilere ayrılmış. Bu pistler de farklı 6 yarış kategorisinde 16 farklı pistte yarışabiliyorsunuz. Pistlerin her biri birbirinden güzel tasarlanmış. Bu pistlerde ağırlık hava ve yol düzenine göre kategorilere ayrılmış durumda. Mesela Tyropical’de yeşil, gözünüze hitap eden, yol tasarımı çamurlu, sulu engebelerle dolu iken Alpine’de buzlu yollarda yarışıyorsunuz. Oyunun en güzel yani bu pistlerin aracınızın görünümüne fazlası ile etki ediyor olması. Görsel yanı bir hayli ağır basan bir oyun Revo. Yani daha önce Sega Rally Revo’daki gibi bir çamur efekti hiçbir ralli oyunun da yoktu. Buzlu yolda giderken aracınızın tamponundan tekerlerine buz tutması, çamurlu yoldan giderken tekrar düzlüğe giderken çamurun kuruması ve toz efekti kesinlikle görülmeye değer. Aracınızın görünümünün yarıştığınız piste göre şekil alması kesinlikle çok güzel tasarlanmış. Bu oyundan bir kat daha fazla zevk almanızı sağlıyor. Oyunda kokpit hariç tüm kamera açıları mevcut. Ama kokpitin olmaması bu oyun için bir eksi değil belirtmekte fayda var.

Oyunda yarışlara başlamadan önce off-road ve road olarak oynanış sitilinizi belirleyecek seçeneklerden bir tanesini seçiyorsunuz. Bu aracın ve sizin oyun performansını etkiliyor. Yarıştığınız araçlarınız bir sonraki tura geçtikçe yeni bir renk paleti seçenekleri arasında açılıyor. Oyunuun kamera filtreleri çok canlı ve renkli. O yüzden oyun sizi bir simülasyon ralli oyunundan öte farklı bir çekicilik ile sizi içine alıyor. Dediğim gibi kimse bu oyundan bir Colin Mcrae ortamı beklemesin ya da onun gibi oynamaya kalkmasın gerçi DIRT’ün de oynanış olarak eski oyunlarından bir hayli farklı olduğu da ortada. Ama bu bir simülasyon oyunu değil ve tamamı ile eğlenceye yönelik Arcade bir ralli oyunu. Peki hiç mi gerçekçilik yok tabi ki var. Oyunda çevre ve atmosfer son derece başarılı; bu oyunu oynarken kendimde bir rahatlama hissi uyandığını söyleyebilirim. Zaten yeşillik oyunlarda bile olsa pozitif bir etki bırakıyor insanda.

sega rally

Oyunun ses efektleri ise oyun için son derece yeterli. Ama çok daha iyi olabilirdi. Araç sesleri ve kokpit pilotunuzun komutları rahatsız etmeyecek derecede sade. Gümbür gümbür bir Evo sesi duyamıyorsunuz. Sanırım oyunun konsepti ile ilgili düşünülmüş bir durum. Oyunu iki kişi ekranı bölerek yada altı kişiye kadar internet üstünden de çoklu olarak oynayabilirsiniz.

Kapanış sözleri

Sega Rally son zamanlarda eğlenerek oynadığım oyunlardan bir tanesi. Oyun hakkında çok da fazla söylenecek bir şey yok aslında. Eğer ralli oyunlarını seviyorsanız kesinlikle kaçırmayın derim. Zaten eğer iyi bir sisteminiz var ise oyun görsel anlamda fazlası ile sizi tatmin edecektir. Gerek araç tasarımları, farklı ortamı ve atmosferi ile Sega Rally Revo kesinlikle oynanmayı hak eden bir oyun. Eğer PS3 ve Xbox 360′ınız var ise hatta bir PSP kesinlikle oynayın derim. Oyunsuz kalmayın iyi eğlenceler.